Altı asır boyunca üç kıta, yedi iklimde at koşturan, ilmî alanda da kalem oynatan Osmanlı Devleti, bugünkü onlarca ülkenin yöneticisi konumundaydı. Bir uç beyliği iken, sahip olduğu gaza ruhu ile topraklarını kısa zamanda genişletmiş ve belki Osman Gazi’nin bile hayal edemeyeceği yüksekliğe kavuşmuştu. Klasik dönem olarak adlandırabileceğimiz, kuruluşundan üç asır sonraya kadar uzanan devre, Osmanlı’nın en ihtişamlı dönemidir. 17. asrın ortalarından itibarendir ki, artık bellik başlı çözülmeler kendisini göstermiş ve nihayet müteakip yüzyıllardan sonra devlet, kendisine artık bir çeki düzen vermesi gerektiğini anlamıştır.
Eğer şartlar müsait olursa bir başka yazıda, bu iç dinamiklerde meydana gelen aksamaları, o dönemin eserlerinden yola çıkarak tespit etmeye çalışalım, fakat şimdilik biz bu yazımızda bir Osmanlı elçisinin Paris’te yaşadığı biraz enteresan, biraz da eğlenceli gözlemlerini paylaşmak istiyoruz.
28 Çelebi Mehmed, III. Ahmed Han zamanında yaşamıştır. Yeniçeri ocağında yetişmiş ve sahip olduğu istidat ile kısa zamanda yükselmiştir. Gençliğinde, yeniçeri ocağında iken 28. ortaya mensup olduğu için, bu rakam kendisinde âdeta bir sıfat olarak kalmıştır. Ve nihayet aradan geçen bazı görevlerden sonra 1720 senesinde, devlet tarafından Fransa’ya gönderilmekle vazifelendirilir. Amaç oranın yöneticileri ile siyasi ve aynı zamanda dostluğu pekiştirici müzakerelerde bulunmaktır. Sefer dönüşünde aldığı notları “Paris Sefaretnamesi” adı altında devrin padişahı ve sadrazamına takdim etmiştir.
Aylar süren bu yolculuğun, İstanbul’dan kendilerine tahsis edilmiş bir Fransız ticaret kalyonu ile 1720 senesinde başladığını şu cümlelerle anlatır:
Bu hakîr-i pür-taksîr Devlet-i Aliyye-i ebed-peyvend cânibinden, Fransa padişahına elçi tayin olunmağla Fransa elçisi tarafından bezirgan kalyonlarından bir Fransız sefinesi verilip, sene-i mezbure Zilhiccesi’nin dördüncü isneyn günü ki, yevm-i mezburede sefineye süvâr ve ol gün hengâm-ı mağribde sevb-i maksûda bâdbân-ı güşâ-yı azîmet olduk.
Biz bundan sonraki metin alıntılarımızı, Abdullah Uçman’ın sadeleştirmelerinden yola çıkarak yapacağız.
Çelebi ve ekibi kırk günden fazla süren bu deniz yolculuğundan sonra Fransa’nın güney kıyısına ulaşırlar. Bugünkü Toulan bölgesine çıkan ekip, bölgede yaygın olan bir veba salgını ile karşılaşır. Aynı zamanda yazar, “karantina” kelimesini ilk defa burada duyar. Bölge görevlileri tarafından oldukça güzel şekilde karşılanan elçilik heyetinin yaşadıklarını Çelebi’nin ağzından dinleyelim:
Tulon şehrine geldik. Nazarto limanından demirleyip, on bir adet selam topu attık. Çevredeki kalelerden ve limanda bulunan burçlardan atılan üç yüz adet topla hem bizi karşıladılar, hem de ortalığı şenlendirdiler. Top atışı bitince, bölgenin liman idarecisi tarafından, sandal içinde bir kaptan geldi. Kalyonumuza yakın bir yerde durup, selam vererek hal ve hatırımızı sordu: “Hoş geldiniz, safa geldiniz!” Günlerden beri uğurlu gelişinizi bekliyorduk” diyerek memnuniyetini belirtti.
Henüz ayak bastığımız bu şehirde veba hastalığı salgın halinde olduğunda, halk dışarıdan gelenlere uzun süre yanaşmayıp, onlarla herhangi bir münasebette bulunmaksızın konuşup, sohbet ediyorlarmış. Bizim buraya ayak bastığımız sırada takdir-i ilahi neticesinde Marsilya’da büyük bir veba salgını çıkmış ve aşağı yukarı seksen bin kişi ölüp gitmiş. Salgın Provanca şehrine de yayılmış. Tulon da buraya bağlı olduğundan, halk hastalığın kendilerine de bulaşacağı korkusuyla, yabancılara otuz-kırk gün geçmeden yanaşmıyordu. Bu ayrı durma günlerine Nazarto’da “Karantina” diyorlar.
İlerleyen günlerde yavaş yavaş Paris’e yakalaşan heyete, Fransızlar tarafından yapılan karşılamalar oldukça ilginçtir. Özellikle halk, yüzyıllardan beri adını duydukları, fakat bir türlü göremedikleri “Osmanlıları” çok merak ediyordu. Nitekim ileride de değineceğimiz üzere özellikle Fransız kadınları, bu Osmanlı erkeklerini görebilmek için adeta merasimler düzenlemektedir. Fransa’nın bugünkü Toulouse şehrine gelindiğinde yine halkın heyecanlı bakışlarıyla karşılaşırlar:
Biz kanal yoluyla gelirken, halk bizi seyredebilmek için zaman zaman olağanüstü denebilecek çaba harcıyordu. Öyle ki, geçtiğimiz bazı yerlerde, sırf bizi görebilmek için dört-beş saat uzaktan gelenler vardı. Bunlar Kanal boyunca dizilmişlerdi; birbirlerinin önlerine geçebilmek için itişip kakışmadan suya düşenler bile oluyordu. Hatta Yers şehrine geldiğimizde kalabalık o haldeydi ki, askerle müdahale etmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bu ara kazarâ bir asker, seyircilerden birini yaralamıştı. Bunun üzerine adamın kardeşi de askeri vurmuştu!
Görüldüğü üzere Çelebi Mehmet ve maiyeti, Fransa’da her kaldığı konak ve menzilde olağan üstü denebilecek izdihamlara şahit olmaktadır. Bu durum, kralla karşılaşıncaya kadar devam etmiştir. Ve hatta diyebiliriz ki, kral ve devlet adamları ve onların aileleri bu Osmanlı heyetini son derece merak etmektedir. Kimi zaman bugünün zaviyesinden baktığımızda garip ve belki de komik diyebileceğimiz tekliflerde bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi de heyetin yemek yerkenki halini merak eden soylu kadınların, vasıtalı bir şekilde kendilerini izlemek için izin istemesidir. Şu an itibariyle zaman ve zemin müsait olmadığı için bu kısmı bir dahaki yazımıza bırakalım ve elçilik heyetinin Paris’e gelinceye yaşadığı bir iki merasimi daha paylaşarak satırlarımıza son verelim:
Fransa’ya ayak basışımızdan beri birçok şehir ve kaleye uğruyorduk. Bunların hemen hepsinde, tâ bir saatlik mesafeden atlılar karşılıyor, şehre girince de misafir kalacağımız eve gelinceye kadar alaylar düzenliyorlardı. Halk, vilayet konsolosları ve şehrin ileri gelenleri ellerinde meyve ve şekerlemelerle gelir, gelişimizi kutlarlardı. Kadın ve erkeklerden oluşan halk, şehir ve kale yollarında öyle büyük kalabalıklar meydana getiriyorlardı ki, ben ‘herhalde gideceğimiz şehrin hemen bütün insanları buraya toplanmış, şehirde hiç kimse kalmamış’ sanırdım. Misafir kalacağımız eve girdiğimizde de bizi görmek isteyen halkın hücumunu askerler bile önleyemiyordu. Zaman zaman karışıklıktan sıkışıp, feryat edenler bile oluyordu. Bazı kadınlar ise yanımıza izdiham dolayısıyla bayılmış olarak getirilmişti. Halkın bazısına dikkat ettim, bin bir güçlükle, üç dört defa yanımıza girdiklerini gördüm. Biz ise onların bu iştiyaklarını sadece hayranlıkla seyrediyorduk…