İstanbul’un meşhur ağaçlarından birisi de Sultanahmed meydanında ki büyük çınardı. Kanlı çınar da denilen bu uğursuz ağaç pek çok dehşetli hadiseye şahit olmuştur. Bunların en ibretli ve vahametlilerinden birisi Sultan İbrahim devrinde yaşanandır.
1648’de Sultan İbrahimi tahtan indirmek üzere ayaklanan serkeş Yeniçeri güruhu önce Sadrazam Ahmed Paşa’nın konağını bastı. Paşa’yı buradan alarak ihtilale destek veren Vezir Sofu Mehmed Paşa’nın konağına götürdüler. Sadrazam ne kadar istiğfar ettiyse de yakasını kurtaramadı. Konağın merdivenlerinden inerken bir koluna cellat Kara Ali diğerine Börekçi Mustafa girince vaziyeti anladı. İki cellat sadrazamı konağın mahzenine indirerek bir yumruk da yere yıktılar ve kemendi boynuna atarak iki taraftan asıldılar. Az sonra padişahtan sonra imparatorluk da ki en güçlü fanî ruhunu teslim etmişti.
Ahmed Paşanın cesedi bir beygire yüklenip Atmeydanına (Sultanahmed) getirilerek meşur çınarın altına bırakıldı. Ertesi gün Yeniçeri kılığındaki bir serkeş “insan yağı mafsal ağrılarına iyi gelür” diyerek çınarın altındaki ölü sadrazamın cesedini parça parça edip zorla beşer onar akçeye halka satmağa başladı. Ancak akşama doğru cesedin kalan parçaları gömülebildi.
Ahmed Paşa bundan sonra hezarpare (bin parça) diye yâd edilir olmuştur.
1655 sensinde ulufelerinin mağşuş akçe ( Kalp para) ile ödenmesi ve Girid seferinden dönen bir kısım yeniçerilerin paralarını alamamaları İstanbul da yeni bir isyanı patlattı.
Asker ve gayrimemnun halktan bir kısım sarayın önünde toplanarak naralar attılar. Padişaha kendilerine teslimini istedikleri zevatın isimlerini yazdıkları defteri gönderdiler. İhtilal’ın büyük vahametiyle geldiğini gören padişah IV. Mehmed defterde yazılı memurları asilere teslime mecbur kaldı. Asiler, teslim aldıkları kişileri hemen orada parça parça ettiler. Cesetlerini Atmeydanına götürerek meşhur çınarın dallarına astılar. Cesetlerin asılı başları günlerce bu ağacın dallarında sallandı. Halk bu feci manzaradan dehşete düştü.
İstanbullular bu ağaçta şahit oldukları kanlı manzaralar dolayısıyla ağaca kanlı çınar dediler. Zamanla eski doğu mitolojisinde geçen vakvak ağacı ile özdeşleştirdiler. Mitoloji de ki ağacın meyveleri insan kafasıydı ve güneşte sallandıkça olgunlaşırdı. Mitolojik bu cehennem bitkisine atfen kanlı çınara da şecere-i vakvak denildi. ( 1648’de ki olaya Vaka-i vakvakiye denilmesi bundan hareketledir.)
Bütün bu yaşananlar mucibince, İstanbullu bir şair ağaçta ki hadisatı şöyle nazmetmekteydi;
Gûşu merihe erüp tantana-i cah ü celâl
Lerzenâk etti bu kavga güh u âfâkı
Oldu mahmur nice mest-i müdâm-ı devlet
Câm-ı ikbale ne tarh etti bilinmez Sâkî
Bağban-ı felek gine güzârı seyret
At Meydanına dikti secere-i vakvaki.
Günümüz Türkçesiyle açıklaması;
İtibar ve makam sahiplerinin tantanası merihe erişti
Bu kavganın pisliği semayı titretti
devlet ayyaşlarının çoğu mahmur , (sersem ) oldu (iflas olmaz derecede)
Saki kim bilir yücelik kadehini ne kadar çok paylaştırdı, bilinmez
Ey semanın bağcısı yine seyret bu gezintiyi
O bağcı ki atmeydanına vakvak ağacını dikti (adalet yerini bulsun diye)
Kanlı çınar yahut uğursuz ağaç diye terennüm edilen şecere-i vakvak ağacının macerası bununla da bitmedi. 1826 yılında son yeniçeri ihtilali kopunca ordunun bu ayaklanması sivil bir karşı hareketle bastırıldı. Ocak dışı hiçbir faninin destursuz girmesi kabil olmayan kışlaları basıldı, yakıldı, ocak dağıtıldı. Akşama doğru şurya buraya sinen ve çoğunlukla Sultan Ahmed Camii mahzenindeki taş odalara gizlenen âsi yeniçerilerin çoğu yakalanarak boğuldu, parçalandı yahut bezgin halkın hücumlar altında ezilerek katledildi. Halkın yeniçeri nefretinden diriler olduğu kadar ölüleri de nasiplendi. İstanbul’da ki kahir ekseri yeniçeri mezarı bozuldu, taşları kırıldı yeri kaybedildi.
Katledilen cesetleri leş kavilinden sürüklenerek meşhur şecere-i vakvak ağacının altına yığıldı, bazıları ağacın dallarına asılarak günlerce sarkıtıldı. Bu hadise bile halkın ne derece kine müptela olduğunu açıkla izhar ediyordu.
Bütün bunlar vuku bulurken 1656’da ki şecere-i vakvak olayına şiir söyleyen şairi hatırlayan Keçecizade İzzet Molla ona nazire olarak asırlar sonrasından şu satırları terennüm ediyordu;
–
Bir zaman ehli fitne camii Hanı Ahmed’de
Bigünah asmış iken kullarını Hallâkim
Şimdi erbabı Şekanın dökülüp kelleleri
Meyve vaktine yetiştik, secerei vakvakın.
Günümüz Türkçesi ile ;
Bir zamanlar bozguncular camii sultan Ahmed’de
Masum kullarını asmış iken Allahın
Şimdi o alçakların dökülüp kelleleri
Meyve vaktine yetiştik şecere-i vakvakın
Kanlı çınar denilen bu uğursuz ağaç Ayasofya ile Sultan Ahmed Camii arasındaki sahadaydı. Etrafında taşla örülmüş genişçe bir set bulunuyordu. Ayasofya’ya doğru bakan kalın bir dalı düz şekilde uzanıyordu.
Ağaç daha uzun yıllar yaşayıp Cumhuriyet zamanına değin erişti. Bu güne ise intikal etmeyen ağacın yeri park sahası içinde kalmıştır. Bu ağaç bir Topkapı Sarayı’nın 1. Avlusunda bulunan diğer meşhur çınar, Yeniçeriler Çınarı ile karıştırılıyor yahut özdeşleştiriliyorsa da ikisi farklı ağaçlardır.
Bibliyografya
H. E. Cengiz, “Vakvâk Ağacı”, Tarih ve Toplum, 19, 165-167 (1993).
Gabriel Ferrand, “Vakvâk”, MEB İslam Ansk., C13, s172-173, Esk.2001