Kâtip Çelebi, entelektüel kişiliği ile 17. Yüzyıl Osmanlı bürokrasi ve ictimaî hayatına damgasını vurmuş ender şahsiyetlerden bir tanesidir. Yalnızca 17. yüzyıl değil, özellikle yazdıkları ile kendisinden çok sonraları da bahsedilmeyi başarmıştır. Daha doğru bir tabirle, kendisi “klasik” şeklinde tabir edebileceğimiz bir payeye yükselmeyi sonuna kadar hak etmektedir. Özellikle geçtiğimiz sene itibariyle, yapılan etkinlikler neticesinde bu gizli kalmış define, zamanın gerekliliği itibariyle değeri tam manasıyla iade edilememiş bir hazine olduğunu hepimize gösterdi. Biz bu yazımızda, üzerinde çok konuşulan düşüncelerini ihtiva ettiği Mizanü’l-Hakk isimli eserini genel bir perspektiften etüt edeceğiz ve aslında Kâtip Çelebi’nin yaşadığı devrin meselelerine getirdiği bakış açılarının sadece edükasyon bağlamında olmadığını göstermeye çalışacağız. Eğer yerimiz kalırsa, eğitim dışında ele aldığı diğer tedkike muhtaç konuları da inceleceğiz.
Asıl ismi “Mizanü’-l Hakk fî İhtiyâri’l-Ehakk” olan eser, günümüz Türkçesine çevirdiğimizde hemen hemen “En doğruyu seçmek için Hakk terazisi” anlamına karşılık gelmektedir. Bunun, yazarın vefatından önce yazdığı son eser olduğunu söyleyebiliriz. Çelebi, çok yönlü bir kişiliktir.
Aldığı eğitim dolayısıyla ilmî birikimi yüksek ve kendisini çok iyi yetiştirmiş olması hasebiyle muhakeme kudreti, çağdaşlarına nazaran fevkalade bir seviyededir. Bunu nereden çıkarıyoruz? Tabii ki de yazmış olduğu eserlerinden. Nitekim zamanında çok tartışılan mevzulara getirmiş olduğu bakış açıları onun her konuda aşırılığa (eski tabirle “ifrat ve tefrit”) karşı olduğunu gösterir. Bu noktada bir hususu belirtmekte fayda var; Kâtip Çelebi, akli ilimlerde ileri olduğu gibi nakli ilimlerde de söz sahibi biridir. Bunu söylemekteki amacımız şu: Aslında Kâtip Çelebi etrafında dönüp dolaşan yaklaşımlar, onun sadece eğitim konusunda bahsettiği birkaç görüşten öteye geçmiyor. Şu ana kadar bize anlatılan Çelebi, “Tedrisat sistemine esaslı bir eleştri getirmiş” olmasından ibarettir. Ne var ki aslında manzara, hiç de gösterildiği ve zannedildiği gibi seyretmemektedir.
Kâtip Çelebi’nin eserlerinin hemen hemen hepsi matematik, coğrafya, tarih ve bibliyografi üzerine bina edilmiştir. Fakat bunun yanında onun, devrin genel manzarasını bir tablo şeklinde resmettiği eserler de -ki en önemlisi Düstüru’l-Amel ve bizim ele aldığımız Mizanü’l-Hak’tır- mevcuttur. Düstüru’l-Amel bir rapor mahiyetindedir. Kâtip Çelebi devrin bozulan maliyesine çare bulmak amacıyla tertip edilen heyette bulunmaktadır ve bu düşüncülerine söz konusu eserde yer vermektedir. Önceden, yazdıklarına pek ehemmiyet verilmeyeceğini tahmin etmektedir ama en azından bir vebaliyeti üzerinden atmak için bu risaleyi kaleme aldığını okuyucuya söylemekten geri kalmaz.
Mizanü’l-Hakk ise baştan başa dini mevzular üzerine kurulmuş bir eserdir. Ne ki sanılanın aksine, Çelebi’nin etrafında temellendirilen eğitim eleştirisi burada yer almaktadır ve 5-6 sayfayı geçmemektedir. Belli başlı konular etrafında sınıflandırdığı meseleler devrinde tartışılan, üzerinde fikir yürütülen dini mevzulardır. Bu noktada anakronizm yanılgısına düşmeden Mizanü’l-Hakk’ı ele alalım ve konuları alt alta sınıflandırdıktan sonra bugün bile tartışılan meselelere Kâtip Çelebi’nin zaviyesinden bakalım. Bununla beraber az sonra sözünü edeceğimiz konu başlıkları dönemin şeyhülislamı Abdürrahim Efendi tarafından tedkik edilmiş ve yazılanlar hakkında “halkı uzlaştırdığı, aynı zamanda insanları en makul noktada birleştirdiği için onları doğru yola sevk ettiğine dair fetva verilmiştir. ((İslam Ansiklopedisi, Kâtip Çelebi mad., c.6, s.433))
Biz bu eseri tedkik ederken, Kâtip Çelebi ve eserleri hakkında en etraflı çalışmaları yapmış olan Orhan Şaik Gökyay’ın Mizanü’l-Hakk için yaptığı metin neşrini esas aldık. Eserdeki başlıklar şu şekilde kategorize edilebilir:
1- Akli ilimlerin gerekliliği
2- Hızır aleyhisselamın hayatı
3- Teganni (Çalgılar)
4- Raks ve Devr (Dönemin tekke mensupları)
5- Tasliye ve Tarziye (Salavat getirmek ve “radıyallahü anh” demek)
6- Tütün içmenin dini hükmü
7- Kahve içmek
8- Afyon ve keyif verici maddeler
9- Hz. Peygamber’in anne ve babası
10- Firavun’un imanı,
11- Muhiddin-i Arabi
12- Yezid
13- Bid’at
14- Kabir ziyareti
15- Dini gecelerdeki ibadet
16- Müsafaha
17- İmhina (Selam verirkenki baş ve el hareketleri)
18- İyiliği emredip, kötülükten sakındırmak
19- Millet
20- Rüşvet
21- Ebusuud Efendi ile Birgivi Efendi
22- Sivasî ile Kadızâdeler
Yukarıda da görüldüğü üzere eser, baştan aşağı dini mevhumlar üzerine kaleme alınmıştır. Bu konular 17. yüzyılın öncesinde, o dönemde ve sonrasında en çok tartışılan meseleler idi. Kâtip Çelebi kendisi dini yönden de oldukça iyi geliştirmiştir. Dönemin en önemli isimlerinden dersler almıştır, özellikle hadis-i şerif ilminde epey bir yol katetmiştir. Israrla fen ilimlerinin, din ilimlerinden ayrı olmadığı görüşünü savunmuş ve bilakis bu ilimlerin birbirlerini tamamlayıcı birer temel unsur olduklarını vurgulamıştır.
İlk olarak, zamanımızda sürekli tartışma mevzusu teşkil ettiği için “eğitim” konusunu ele alalım. İslam tarihçileri ve özellikle de bilim tarihi üzerine çalışan araştırmacılar ve akademisyenlerin birçoğunun ittifak ettiği nokta; “Osmanlı medrese sisteminde bozulma daha, Kanunî (16.yüzyıldan) devrinden itibaren başlamıştır. Bunu da dile getiren Kâtip Çelebi’dir ve onun değerlendirmeleri doğrultusunda, Osmanlı eğitim sistemi artık bir inhitat (gerileme) dönemine girmiştir” diyorlar. Acaba manzara burada resmedildiği kadar vahim midir? Öncesinde ve sonrası değişen ne oldu? Öncelikle bunun üzerine konuşalım:
Kâtip Çelebi, Mizan’da, Fatih döneminde medreselere konulan ilim kitaplarından “bunlar felsefiyattır” diyerek sonra gelenler tarafından kaldırılan iki eserden bahseder. Birinci “Şerh-i Mevakıf”, ikincisi “Haşiye-i Tecrid”. Öncelikle şunu belirtelim ki bu kitaplar kelam ilmi üzerine yazılmıştır. Sahalarında son derece kıymetli kitaplardır. Ama sanılanın aksine söz konusu eserleri tedrisattan kaldırsanız bile, akli ilimlere (matematik, hendese, kimya, fizik) herhangi bir zarar gelmesi söz konusu değildir. Nitekim “ilm-i kelam” eserleri bilindiği üzere akâid (inanılacak bilgileri) mevzuları içeren kitaplardır.
Bununla beraber bu kitapların kaldırıldığı hiçbir kaynakta (ne Fatih külliyesi vakfiyesinde ne de daha sonra gelen yazarın eserlerinde) yazmamaktadır. Yalnızca söz konusu durumu dile getiren Kâtip Çelebi’dir. Görüldüğü üzere akli ilimlerde de herhangi bir gerilemeye yol açılmamaktadır. Hepsinden öte kitaplardan Haşiye-i Tecrid adlı eser, Sahn-ı Seman’daki öğrencilere hitap etmemekte, daha düşük seviyedeki kısımlarda okutulmaktadır. Mamafih, Şerh-i Mevakıf’ın da kırklı medreselerde mütaala edildiği aşikardır.
Bu konuda son olarak şunu da söyleyelim ki, adı geçen iki eser, kelam ilmine ait kitaplardır. Tecrübî ilimlerden ayrı olarak ele alınmalıdır. Müfredattan kaldırılsa bile, Osmanlı’nın pozitif bilim hayatına zararı olması düşünülemez bile. Bunun yanında kaldırıldığı dahi hiçbir müdellel kaynağa dayanmamaktadır. Yalnızca Kâtip Çelebi referans gösterilmektedir.
Kitapların kaldırıldığı devirden itibaren yetişen en büyük alimler, kendi hayatlarını anlatırken söz konusu eserleri okuduklarını belirtirler. Örnek olarak sadece üç önemli ismi zikredelim:
Şakaik-i Numaniye yazarı Taşköprüzade (16.asır)
Şehyülislam İbn-i Kemal Efendi (16. asır)
Şeyhülislam Feyzullah Efendi (17.asır)
Bu isimleri daha da çoğaltabiliriz. Osmanlı medreseleri, son zamana kadar radikal değişimlere uğramadan eğitime devam etmişlerdir. Asıl değişim, Tanzimat’tan (1839) sonra ve II. Meşrutiyet’ten (1908) sonra başlamıştır. Bu zamandan sonra medreselerden aklî ilimler kaldırılarak din ve fen ilimleri birbirinden ayrılmıştır.
Herhalde Kâtip Çelebi’ye, eğer bu son devir içinde yaşasaydı hak verebilecektik. Söz konusu eğitim meselesi üzerinde çok konuşulduğu için bu makaleyi müstakil olarak etüd ettik. Onun, zamanın diğer tartışmalarına getirdiği yaklaşımları bir başka yazıda ele almaya çalışacağız.