Her ilmin kendine ait bir metodoloji vardır. Bunlar arasında tarihi de saymak artık bir zaruret halini almıştır. Nitekim tarih ilmi, yalnızca savaşların ve ardından imzalanan barışların zamanlarını bilmekten ibaret değildir. Bunun yanında yaşanan hadiseler üzerinden tahlil ve sentez yapabilmek –fakat belli kalıpları kırıp, tarafsız yaklaşabilmek şartıyla- son derece önemlidir. Bizde “Celali İsyanları veya Fetreti” olarak bilinen ve bu isyanlar esnasında faal bir rol oynayan Kuyucu Murat Paşa, çoğu zaman belli ideolojiler çerçevesinden ele alınmış ve aslında olduğundan çok daha farklı bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır. Fakat bu noktada akla şu soru gelmektedir: Acaba manzara zannedildiği gibi midir ve Paşa’nın yaptıkları sadece keyfi bir idarenin neticeleri midir?
Osmanlı Devleti’nde yaşanan bazı hadiseler, yapısı itibariyle hassasiyet arz eder. Bunların başında “kardeş katli” mevzusu gelir. Bunun gibi imparatorluğun en sıkıntılı dönemlerine tekaddüm eden bir zamanda ortaya çıkan Celali ayaklanmaları da söz konusu gruba dahil edilmelidir. Peki imparatorluğa ısyan eden bu kişiler kimdi ve neden bunlara Celali denmektedir, önce onu ele alalım.
Osmanlı sultanları, devlet menfaatine çalışan imtiyazlı şahsiyetlere hak ettikleri değeri her zaman göstermeye çalışmışlardır. Söz konusu şahıslardan bir tanesi de etrafına topladığı müritleri ile tanınan ve sevilen Safiyüddin-i Erdebelî’dir. Bundan sonra gelen kişiler için de, -hallerini değiştirmediği sürece- söz konusu imtiyazlar devam etmiştir, tâ ki Şeyh Cüneyd’e kadar. Şeyh Cüneyd ile Anadolu’da teşekkül eden fikrî ve itikadî ayrılıklar bir zaman sonra Şah İsmail ile şahikaya ulaşmış, nitekim Yavuz Sultan Selim zamanında (1514) bu ihtilaflar bir müddet sükun bulmuş ise de, daha sonra 1519’da mehdilik iddiası ile ortaya çıkan Bozoklu Şeyh Celal, etrafına topladığı kişiler ile Ankara üzerine yürümüştür. Bu ayaklanma da Şahsuvaroğlu Ali Bey’in müdahalesi ile yatıştırılmıştır. İşte bundan sonra tarihçiler, Anadolu’da çıkan isyanlara Bozuklu Celal’in adına nispeten Celalilik, bu ısyanı çıkaranlara da Celalî demişlerdir.
17. yüzyıla gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu sıkıntı günler yaşamaya başlamıştır. Nitekim Batıda Avusturya ile uzun süredir
savaşılmaktadır. Doğuda ise bu durumdan istifade etmek isteyen Safevileri görüyoruz. Safeviler fırsat buldukça Osmanlı topraklarına saldırmakta, aynı zamanda “düşmanın düşmanı dostumdur” fehvasınca hareket ederek, benimsedikleri dinî saplantılarını –Şii propagandacılar vasıtası ile- Anadolu’ya yaymaktaydı.
Anadolu tam bi kaos içindeydi. Haçova Savaşı’na katılmaları emredildiği halde, savaştan kaçarak tam bir korkaklık gösteren bir takım sipahi grupları, bu kez Anadolu’da yiğitlik(!) göstermeye başlamış, gerek dağa çıkmak suretiyle ve gerekse de İran desteği ile eşkıya gerillaları meydana getirmişlerdi. Halkın malına, ırzına ve canına zorla tecavüz etmeye başlayan bu Celali grupları Anadolu’nun belli başlı bölgelerinde toplanmıştı. Bunların başında Karayazıcızade Abdülhalim, Canpolatoğlu, Kalenderoğlu, Meymun, Muslu Çavuş gibi kişiler gelmekteydi. Abdülhalim etrafındakiler ile Sivas’tan Urfa’ya kadar uzanan topraklarda adeta saltanatını ilan etmiş ve hatta civar vilayetlere “Halim Şah Muzaffer Bada” ibareli tuğralı fermanlar bile göndermişti. Anadolu halkı önüne geçilmesi zor bir baskı altındaydı. Kimi çocuklar zorla ailelerinden kaçırılıp dağa kaldırılıyor, evlere hunhara baskınlar yapılarak halka zulmediliyor, öldürülüyor, eşyaları yağmalanıyordu. Ve işte bundan sonra Kuyucu Murat Paşa ortaya çıkıyordu.
Neden Kuyucu?
Yaptığı çeşitli devlet görevlerinden sonra Avrupa’daki savaşların bir çözüme bağlanması sebebiyle o bölgeye yollanan Murat Paşa, 1606’da Zitvatorok anlaşmasını imzaladıktan bir müddet sonra İstanbul’a çağırılmış ve artık büyük bir problem haline dönüşen Celali isyanlarını bastırması için padişah tarafından tam salahiyetle görevlendirildi.
Murat Paşa 1585 senesinde Safevilere karşı yapılan Tebriz seferinde, atı ile savaş meydanındaki kuyuya düşmüş ve düşman tarafından esir edilmişti. Safeviler elinde rehin kalan paşa, 1590’da imzalanan anlaşma ile serbest bırakılmıştı. İşte Murad Paşa’ya Kuyucu sıfatı verilmesindeki birinci etken, savaş meydanındaki kuyuya atıyla düşmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim yıllarca bu sıfat kendisinde kalmıştır. İkinci rivayet ise Anadolu’da ektikleri fitne ve fesat tohumları ile devlete ve tebaaya büyük zararları dokunan âsilerin işini gördükten sonra kuyuya doldurmasıdır. Bu ikinci rivayetin de doğru olması kuvvetle muhtemeldir. Nitekim hukuken devlete “âsi ve bâgi” olan ve on binlerce insanın ölümüne sebep olan bu kişiler için değil defin işlemi yapılması, yıkanıp kefenlenmesi bile uygun görülmemiştir.
İlk dönem tarih kroniklerine baktığımızda Paşa için kimi zaman aşırı ithamlar olduğu söylenir. Fakat bunun yanında kendisi için “yapılması gerekeni yaptığı” tespiti hep görmezlikten gelinir. Örneğin Peçevi Tarihi’nde paşa için asileri murdar gibi kuyulara doldurttuğu belirtildikten sonra “Cesaretli, gayretli, saltanatın namusunu korumakta çok gayretli, bir devlet sahibi idi” denilmektedir.
Olayı ideolojik saplantılar perspektifinden tahlil etmeye çalışanları bir kenara koyacak olursak, hemen hemen bütün muteber kaynak ve biyografiler onun devleti adına çok büyük hizmetler gördüğünde ve hatta Anadolu’da dağılan birliği yeniden kurduğunda müttefiktir. Paşa, devrin padişahı I. Ahmed Han tarafından büyük iltifatlara kavuşmuş, bir kangren haline dönüşen isyankârları, bütün bir vücuda (imparatorluğa) sirayet etmeden ber-taraf etmiştir.
Yine ilk dönem kroniklerde onun “Merd-i mülhid (dinden çıkan) tövbekar olmaz” düsturuyla hareket ederek çok sıkı tedbirler aldığı belirtilir. Bunun yanında bu kaynaklardan Naima’yı, Peçevi’yi, Zübdet’üt-Tevarihi’i, Solakzade’yi Kirkor’u tam manasıyla okumayıp, sadece işine gelen tarafları alarak delil olarak sunmak, ilmi bir yaklaşım olmadığı gibi, o döneme olan vukufiyetin de ne kadar zayıf ve eksik olduğunu gösterir. Kaldı ki, uç birer örnek olarak gösterilen ve düşünüldüğünde bile sadece bir fanteziden yahut bilmem kaçıncı ağız rivayetten öteye gidemeyecek olan hadiseleri kritik etmeden ve yorumlamadan sindirmek, tarih metodolojisine de ters düşmektedir. Bütün bunlardan sonra Celali ayaklanmalarının Osmanlı İmparatorluğu’na getirdiği zararları birkaç kısa madde halinde sıralayıp yazımızı sonlandıralım.
Neticeler
1) On üç, on dört sene devam eden Celâlî şakaveti dolayısıyla; Suriye, Irak ve Anadolu âdeta elden çıkmış gibi bir vaziyete gelmişti. Asayiş kalmamış, ticaret durmuş ve iktisadî durum çok gerilemişti. Nitekim tarihçi Hammer, Avusturya savaşının devlete Celâlî fetreti derecesinde insan ve para kaybettirmediğini yazmaktadır.
2) Celali isyanlarının yıkıcı faaliyetleri, 1603’ten sonra şehirlere de sıçradı. Nitekim bu sıralarda Ankara’dan başlayarak, Afyon, Kütahya, Isparta, Kastamonu, Amasya, Tokat, Malatya, Harput, Maraş, daha pek çok şehir ve kasaba büyük felâketler yaşadı. Bunların pek çoğunda evler, hanlar, dükkanlar hattâ mescid ve medreseler, âsilerin çıkardıkları yangınlarda harap oldu.
3) Bu yıllarda köylü halk, kasaba ve şehirlere kaçtığından, tarlalar ekilmez oldu. Ticaret durduğu gibi Anadolu’da büyük bir kıtlık baş gösterdi.
4) Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, İran üzerine yürüyeceği halde Celâlî isyanlarının bir kangren hâlini alması yüzünden dört yıl boyunca âsilerle uğraştı. Bunu fırsat bilen İran şahı I.Abbâs, bir taraftan Celalilere destek sağlarken, diğer yandan Osmanlı hâkimiyeti altındaki Şirvan, Şemahi ve Gence kalelerini ele geçirdi. Daha sonra Kuyucu Murad Paşa 1610 yılında çıktığı İran seferinde bu kaleleri geri aldı.