Ãœlkemizde kitapları en çok satan yazar, 3 yıllık bir araÅŸtırmanın sonunda yazdığı kitapta, koskoca Selimiye’nin kubbesine dam derse, külhanı kazan dairesi zanneder.
Saray arsasını çorak arazi diye niteleyip, koskoca padiÅŸaha törenleri meydanın ortasında izlettirir. Daha o dönemde olayların geçtiÄŸi sarayın adını dahi yanlış zikrederse bu neyin göstergesidir acaba? Ben bulamadım, varın siz düşünün biraz da…
Elif Åžafak’ın son romanı Ustam ve Ben’i, merkezinde 16.yy Ä°stanbul’u ve Mimar Sinan olduÄŸunu duyar duymaz merakla aldım ve okudum. Mimar Sinan’ı temel alan ve 3 yıllık bir çalışmanın neticesi olduÄŸu söylenen, üstelik de altında Elif Åžafak’ın imzası bulunan bu romanda, sanat tarihi ve mimarlık konularında oldukça basit hatalarla karşılaşınca bunları kaleme almak gereÄŸi hissettim.
HAMAMIN KAZAN DAÄ°RESÄ°!
Sayfa 15’den: Bu haftaki görevleri (…) bir hamam resmetmekti. Ãœstadın talebi gayet açıktı: Sekizgen göbektaşı yüksekçe olacak, altına yerleÅŸtirilecek kazan dairesinin hararetiyle ısınacak; (…)
Eserlerinde Osmanlıca ifadeleri, Farsça tamlamaları severek kullanan Elif Åžafak, bu sefer tam tersi bir tavırla, 16.yy’a ait bir yapı öğesine günümüzden bir karşılık yakıştırmış. Hamamın külhanından kazan dairesi diye bahsetmesi, kitap daha baÅŸlarken neyle karşı karşıya geleceÄŸimize dair bir ipucu olabilir mi acaba? Osmanlı mimarisinde bazı yapı türlerine ait terminoloji üzerinde tam bir mutabakat yoktur. Hamamlar ise, hiçbir tartışmaya mahal vermeyecek derecede net tanımlanmışlardır. SoÄŸukluk, sıcaklık, külhan ve cehennemlik; mimarlık tarihçilerini bırakın, hayatında iki üç kere hamama giden herkesin bildiÄŸi terimlerdir.
Külhana kazan dairesi denmesi kadar vahim bir diÄŸer fantezi de, bu “kazan dairesi!”nin, bizzat Mimar Sinan tarafından göbek taşının altına yerleÅŸtirilmesinin istenmesi olsa gerek! Hamamların altında “kazan dairesi!” deÄŸil, cehennemlik adı verilen, ve “kazan dairesi”ndeki sıcaklığı döşemeye ulaÅŸtıran bir boÅŸluk vardır. Elif Åžafak’ın “Kazan Dairesi” dediÄŸi külhan ise, hamamın altında deÄŸil, en ucunda bulunur.
Konuyu Hüsrev Tayla hocanın, Åžakirin Camii kadar gündeme gelmeyen ama bana kalırsa ondan çok daha önemli bir eseri olan “Geleneksel Türk Mimarisinde Yapı Sistem ve Detayları” adlı eserinden bir çizimle taçlandıralım isterseniz.
FRENK DÄ°YARINDAN HEDÄ°YE GELEN HALILAR
Sayfa 21’den (Sarayda gizlice dolaÅŸan kahramanımızın gözünden 16. yy’da Topkapı Sarayı tasvir ediliyor) : (…) minderlerle kaplı uzunca sedirler; Frenk diyarından hediye gönderilmiÅŸ, tavandan asılmış süslemeli duvar halıları (…)
Frenk diyarından Osmanlı’ya herÅŸey gelir de, halı da nereden çıktı ÅŸimdi? Avrupa’da halıcılık o zaman daha emekleme dönemindeydi. Tamam, Haçlı Seferleri’nin etkisiyle 11.yy’da Avrupa halı diye birÅŸeyden haberdar olmuÅŸtu ama, Fransa’da ilk el dokuması halıların Türk halıları örnek alınarak dokunmaya ancak 4. Henry zamanında 1608’de baÅŸlandığını biliyoruz. Teorik olarak, 16.yy’da Avrupa’dan Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu’na kesinlikle halı yollanmadığını iddia etmek tabi ki mümkün deÄŸil; ama lütfen biraz insaflı olalım. Dünyanın Ä°ran’la birlikte iki halı merkezinden biri olan, o konuda çok ileride olan bir imparatorluÄŸa, herhalde Frenk diyarından hediye yollayacak olsalar, kendilerinin bu kadar geri ve taklit aÅŸamasında oldukları bir ürünü seçmezlerdi herhalde. Ä°sviçre’ye Türkiye’den saat yollamak gibi bir ÅŸey bu. En iyi ihtimalle, üzerinde hiç düşünülmeden yazılmış bir cümle olduÄŸunu kabul etmek lazım bana kalırsa.
DÄ°VANYOLU TIKALIDIR, SAHÄ°LDEN GÄ°DELÄ°M!
Sayfa 29’dan (Mimar Sinan, gece vakti saraya çaÄŸrılır, bir at arabasına biner ve yola koyulur): (…) kadife perdeleri aralayıp dışarıyı seyre koyuldu Sinan. Haliç’in yanındaki Yahudi mahallesini, ardından Arapların, Ermenilerin oturduÄŸu muhitleri kat ettiler.
Bu olayların yaÅŸandığı sırada kitaptaki kurguda 3. Murad padiÅŸah… Yani Süleymaniye Camii yapılmış ve Mimar Sinan’ın konağının da Süleymaniye’de olduÄŸunu biliyoruz. (kesin bilgi) Peki, sizce 16.yy’da, Süleymaniye’den at arabasıyla Topkapı Sarayı’na gitmeniz gerekseydi hangi yoldan giderdiniz? Tabi ki, Roma döneminden beri ÅŸehrin DoÄŸu-Batı yönünde ana eksenini oluÅŸturan, bir ucu Edirnekapı’da, bir ucu da Topkapı Sarayı’nda olan Divanyolu’ndan!
Süleymaniye’den Haliç’e inseniz bile, bugünkü gibi Haliç boyunca surları dıştan takip eden bir yol olmadığından, hem de at arabasıyla gece vakti, surların içindeki mahallelerde dolambaçlı sokaklardan Topkapı Sarayı’na ulaÅŸmaya çalışmanın bir manası olmazdı. Kısacası Süleymaniye Camii’nin hemen yanından, sarayın kapısının önüne kadar uzanan, ÅŸehrin en eski ulaşım arteri dururken, gece vakti, at arabasıyla Süleymaniye’den Topkapı Sarayı’na Haliç’ten ulaÅŸmak hakikaten akla mantığa sığacak gibi deÄŸil.
DUVAR HALISI
Sayfa 30’dan: (Topkapı Sarayı’nda geçiyor) EÅŸyaları tarayan bakışları, duvara asılı ipek halıya takıldı.
Osmanlı’da klasik dönemde halı hiçbir zaman duvar süsü olarak kullanılmamıştır. Özellikle İç Anadolu’da yaygın olan duvara kilim asma geleneÄŸinin ne zamana kadar gittiÄŸini bilmiyorum ama Ä°stanbul’da özellikle klasik dönemde, hele de sarayda halılar halı olarak kullanılırdı. Bunun aksini gösteren ne bir minyatür gördüm, ne de bir belge. Halıların masalara serilmesi, duvarlara asılması, hatta kiliselerde duvarlarda süs olarak kullanılması, Avrupa için çok kıymetli olan bu metaya verilen kıymetten ötürü, Osmanlı topraklarında deÄŸil, Avrupa’da görülür.
TOPKAPI SARAYI’NIN ADI HAKKINDA
Sayfa 53’ten: Topkapı derlerdi adına. Duvarlarının arkasında kaç canın ikamet ettiÄŸini bilen yoktu.
Esasında oturup da bana bu yazıyı yazdıran ifade buydu. Topkapı Sarayı’na, “Topkapı Sarayı” ismi 19.yy’da, 2. Mahmut Dönemi’nde verilmiÅŸtir. Öncesinde Saray-ı Cedit-i Amire veya Saray-ı Hümayun olarak adlandırılırdı. BaÅŸka isimleri de vardı ama Topkapı Sarayı kesinlikle bunların arasında deÄŸildi. Bunu bilmek için de mimarlık tarihi uzmanı olmaya gerek yok. Hadi dönem araÅŸtırmasını iyi yapmadın diyelim, neden bilip bilmeden, hem de devrik cümlelerle edebi maharet sergilemeye kalktığın bir yerde “Topkapı derlerdi adına” diye bir iddia koyuyorsun ortaya? 3 sene araÅŸtırdığını söylediÄŸin, 16. yy Ä°stanbulunu ve Mimar Sinan’ın adını kullanarak pazarladığın bir eserde bu kadar bariz bir hata yapmak hakaret deÄŸil mi okuyucularına?
Sonra da sayfa 80’de cümle içinde “karak” kelimesi geçmiÅŸ. Dipnotta da açıklama verilmiÅŸ: Karak: 16.yy’da DoÄŸu Hindistan seferlerinde kullanılan Portekiz ticaret gemisi. Ben sayın Elif Åžafak’ın yerinde olsam, 16.yy gemicilik terminolojisinden devÅŸirdiÄŸim bir iki ifadeyle okuyucuya entelektüel derinlik taslayacağıma, önce bütün romanın geçtiÄŸi mekanın adını öğrenirdim.
TÜFEK VARKEN KILIÇLA SAVAŞMAK
Sayfa 120’den: Bir elinde tüfeÄŸi, bir elinde kılıcıyla iriyarı bir Frenk, tökezleyip kargısını düşürmüş bir yeniçeriye saldırıyordu.
16.yy’da tüfekler vardı evet. Ama oldukça ağırlardı ve cephede göğüs göğüse savaÅŸta seri dolum yapılamayacağı için genelde uzaktan ateÅŸleniyorlardı. Ağırlık dolayısıyla zaten bir elinde tüfek tutarken öbür elinde de kılıç savurmak mümkün olamazdı. Ayrıca madem tüfeÄŸi var bu arkadaşın, yeniçeriye neden kılıçla saldırıyor? Hadi tüfeÄŸi bir kere ateÅŸledi ve bir daha doldurması zaman alacak, o zaman omzuna assa daha mantıklı olmaz mıydı? Hadi ama lütfen, ben mi abartıyorum?
Bu tüfeği tek elinizle tutup, diğeriyle kılıç sallamaya var mısınız?
PADÄ°ÅžAHIN MEYDANIN ORTASINDA ÅžENLÄ°K Ä°ZLEMESÄ°
Sayfa 137’den (At meydanı’nda yapılan bir ÅŸenlik tasvir ediliyor) : Uzakta, tahta sıraların ortasında, parlak kumaÅŸlar ve altın püsküllerle süslenmiÅŸ bir set kurulmuÅŸtu. Ãœstünde Sultan Süleyman Han, herkesi görüp herkesçe görülebileceÄŸi bir yükseklikte bir tahta oturmuÅŸtu.
At meydanında yapılan törenlerde padiÅŸahın yeri bellidir. Ä°brahim PaÅŸa Sarayı’ndaki ÅŸahniÅŸinden (Elif Åžafak için açıklama: Bir nevi balkon) seyreder padiÅŸah bütün törenleri. Hünername’de, 1530 yılında Kanuni’nin ÅŸehzadelerinin sünnet düğünü olaÄŸanca netliÄŸiyle çizilmiÅŸ karşımızda duruyor! 16.yy’da Kanuni Sultan Süleyman’ın katılacağı At Meydanı’ndaki bir törenden bahsediyorsak, romanın kurgusu gereÄŸi dahi olsa padiÅŸahı alıp da halkın içindeki tahta sıraların ortasında bir yerde oturtamayız.
SÃœLEYMANÄ°YE CAMÄ° ARSASININ, CAMÄ°DEN EVVEL BOÅž BÄ°R ARSA OLMASI
Sayfa 183’ten (Sinan, Süleymaniye Cami inÅŸaatında işçilere hitaben konuÅŸmaktadır): “Burası çorak bir araziydi vaktiyle” dedi Sinan. “Bu yapıyı siz yükselttiniz.”
Süleymaniye Camii arazisi, cami yapılmadan önce top oynanan bir tarla veyahut otopark deÄŸildi! Orada Saray-ı Atik isimli, Fatih Sultan Mehmet’in fetihten sonra yaptırdığı ilk saray vardı. Süleymaniye Camii yapılacağı zaman, Saray’ın arsasının mühim bir bölümü istimlak edilerek yer açıldı. Yani Mimar Sinan işçilerine “Burası çorak bir araziydi vaktiyle” demiÅŸ olamaz. Dese dese: “Yahu ÅŸu kadar boÅŸ arsa var ÅŸehirde, biz geldik eski sarayı istimlak ettik, yerine cami yapıyoruz. Allahım sen bana akıl selamet ver… Öhö öhö yok yok bir ÅŸey demedim ben gıcık tuttu” demiÅŸ olabilir. Kısacası, Süleymaniye Camii yapılmadan önceki arsa, Ä°stanbul’da o tarihte boÅŸ olmadığından kesin emin olduÄŸumuz birkaç yerden biridir. Yazarımız ise saray arazisine, Sinan’ın aÄŸzından “Çorak” dedirtmektedir.
MÄ°MAR SÄ°NAN’IN ÇİNÄ°LERÄ°, Ä°ZNÄ°K’TEKÄ° ÇİNÄ°CÄ°NÄ°N Ä°STANBUL BAYÄ°’NDEN ALMASI
Sayfa 221’den (Mihrimah Sultan Cami’nin çinileri kalitesiz çıkınca, Sinan’ın çırakları Haliç’teki çinici ustasına giderler) Burada satılan mallar Ä°znik’ten geliyordu.
Mimar Sinan, Cihan padiÅŸahı Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan için yapacağı caminin çinilerini, Haliç’teki dükkanında Ä°znik’ten getirttiÄŸi çinileri satan bir adamdan alıyordu demek… Hmmm… Evet… Çok bir ÅŸey yazmadan geçiyorum.
KUBBEYE “DAM” DENMESÄ°
Sayfa 327’den: (…) sekiz ayaklı merkezi bir kubbe yaratılmıştı. Bu ÅŸekilde yarım kubbeler kaldırılınca devasa ve yekpare bir dam altında birleÅŸmiÅŸti bütün yapı.
Kubbeye “Dam” demek mimarlık terminolojisinde yeni bir açılım sayılabilir. Dam, bilindiÄŸi gibi yaygın olarak düz, toprak çatılara verilen isimdir. BaÅŸka kullanımları da var ama hiçbir durumda ne kubbe için, ne de binaların üst örtülerinin hepsini niteleyen genel bir ad olarak kullanılmaz. Selimiye’nin kubbesini övmek niyetiyle ona dam demek ayrı bir ufuk istese gerek.
BAB-I ALİNİN YÜKSEK KAPISINDAN MÜRUR EDİP GEÇER İKEN YEK BİR ATLI SÜVERİYE DENK GELİP RASTLADIM!
Sayfa 327’den: (…) Mermer ve granitten yapılmış fil ayakları üzerinde sekiz ayakla desteklenen müsemmen kubbe, sekizgenden daireye akan bir mimari çıkarmıştı ortaya.
Bir cümle içinde aynı manaya gelen kelimelerin ardarda sıralanmasıyla dalga geçmek için başlıkta yazdığım ifade kullanılır. Elif Şafak da bu cümlesinde iyi bir performans sergilemiş.
Öncelikle “fil ayaklarının üzerindeki sekiz ayak” meselesini anlamaya çalışıyorum. Hani fil ayağının boyu yetmemiÅŸ, ilave bir baÅŸka ayak mı konmuÅŸ acaba üstüne! Sonra, madem sekiz ayağı zikrediyorsun, aynı cümlede kubbeye bir daha kalkıp müsemmen demenin manası ne? Aynı cümlede sırayla sekiz, müsemmen ve sekizgen kelimeleri kullanılmış! Hepsi bir yana, mermerden yapılmış fil ayağı ne ola ki? “Mermer kaplı” mı demek istedi acaba? Selimiye’nin fil ayakları mermer kaplı da deÄŸil ki… Anlamadım gitti…
İKİ ÇEMBERİMİZ VAR; BİRİNİN ÇEVRESİ ÖBÜRÜNDEN BÜYÜK, DİĞERİNİN DE ÇAPI BERİKİNDEN BÜYÜK!
Sayfa 328’den: Acaba Selimiye’nin kubbesi Ayasofya’nınkini geçmiÅŸ miydi? Hem evet hem hayır. Kubbenin çevresi ölçülecek ve yüksekliÄŸi kubbe tabanının hizasından itibaren hesaplanacak olursa, onlarınki daha büyüktü. Selimiye Cami’nin yuvarlak kubbesi, daha yüksek olan zirvesiyle Iustinianos’un yassı kubbesini aÅŸmıştı. Åžayet yerden itibaren ölçülecek ve kubbesinin çevresi deÄŸil de kutru hesaba katılacak olursa onlarınki azıcık daha küçüktü. Aynı anda daha büyük, daha küçüktü.
Bir dakika, bir dakika! Şimdi aranızdan bir kerede tam olarak anlayan oldu mu? Ben anlamadım. 3-4 kere okudum. Sonunda da hatanın bende değil, neresinden tutsanız elinizde kalan bu paragrafta olduğunu anlayıp rahatladım.
Mabetleri kubbe çapı üzerinden yarıştırmak ilk düğmeyi yanlış iliklemek oluyor. Ama çapları yazacaksanız lütfen kasmayın ve itiraf edin: Selimiye’nin kubbesi Ayasofya’dan büyük deÄŸildir, küçüktür. Hem de iki mabetin yapılış tarihleri arasında neredeyse 1000 yıl olmasına raÄŸmen. Bunu söyleyelim ve rahatlayalım artık lütfen. Zorlayınca yukarıdaki örnekteki gibi neticeler çıkıyor sonra! “Efendim, ee aslında küçük denemez ama büyük demesek de daha doÄŸru olur” gibi komik komik deÄŸerlendirmeler. Bu kadar ıkınma kasılma neden? Hayır, ecdadına toz konduramayan muhafazakar bir yazar yazsa bunları, milliyetçi reflekslere yoracağım. Ama romanın başından beri kardeÅŸ katlinden girip eÅŸcinsel iliÅŸkilere geçen, oradan yalancılık, gaddarlık, entrikalarla romanını ören Elif Åžafak, neden çaresizce daha küçük olan kubbenin aslında büyük olduÄŸunu ima etmenin çetrefilli yollarına baÅŸ koyuyor da “aslında konuya farklı bir açıdan bakarsak belki öyle olmadığını görebiliriz” gibi bir ifadeler kullanıyor anlamıyorum.
Özetleyelim mi? 1) Ayasofya’nın kubbe çapı, kubbe zamanla deforme olduÄŸundan yer yer deÄŸiÅŸmekle beraber Selimiye’den büyüktür. 2) Kubbenin en yüksek noktasının (kilit taşının) cami zemininden yüksekliÄŸine bakılırsa, yine Ayasofya Selimiye’yi geçer. 3) Ä°lla ki Selimiye kubbesi’nin Ayasofya’yı geçtiÄŸi bir parametre bulup, sevindirik olacağız ya; kubbenin kasnağından kilit taşına kadar olan mesafe ölçülürse, Selimiye Ayasofya’dan daha yüksektir. Peki bu övünülecek bir ÅŸey midir? Hayır zira, eÅŸdeÄŸer çapları olan iki kubbeden basık olanını inÅŸa etmek statik olarak daha fazla hüner ister. (Bkz Reha Günay; Sinan’ın Ä°stanbul’u; Sinan’ın Yapılarının Mimari Analizi, S.54) Buna kubbe basıklığı diyoruz. Kubbenin kendi yüksekliÄŸi/ kubbe çapı. Ayasofya’daki deÄŸer 0.290, Selimiye’de ise 0.327. Matematiksel olarak daha büyük olan her zaman daha makbul olmuyor ne yazık ki.
Konuyu kapatmadan evvel, kitapta geçen kubbe çevresi, kubbe çapı meselesine deÄŸinmeden olmaz. Elif Åžafak’ın iddiasına göre Selimiye’nin çevresi Ayasofya’dan büyükken, Ayasofya’nın da çapı (kutru demiÅŸ ya hani) Selimiye’den büyükmüş! Ben en son geometri çalıştığım sırada, çemberlerin çapları ile çevreleri birbirine doÄŸru orantılı olarak baÄŸlı idi. (Çevresi 2Ï€r; çapı 2r deÄŸil miydi yahu!) Yani iki çemberden birinin çapı diÄŸerinden fazlayken, diÄŸerinin de çevresinin berikinden fazla olması imkansız!
Kubbe çapları üzerinden estetik deÄŸer yarıştırmanın sonu bu olsa gerek…
BÄ°TÄ°RÄ°RKEN
Ãœlkemizde kitapları en çok satan yazar, 3 yıllık bir araÅŸtırmanın sonunda yazdığı kitapta, koskoca Selimiye’nin kubbesine dam derse, külhanı kazan dairesi zanneder, saray arsasını çorak arazi diye niteleyip, koskoca padiÅŸaha törenleri meydanın ortasında izlettirir, daha o dönemde olayların geçtiÄŸi sarayın adını dahi yanlış zikrederse bu neyin göstergesidir acaba? Ben bulamadım, varın siz düşünün biraz da…