Padişahın gözdesiydi. Genç yaşta devletin 1 numaralı adamı oldu. Her tuttuğu işi başardı. Ancak gururu ve düşmanları el birliği ederek sonunu hazırladı.
İbrahim Paşa’nın küçük Parga kasabasında başlayan, bir ilmeğin ucunda sona eren ibretlik hikâyesi…
İbrahim Paşa, o zaman Venedik toprağı olan, bugün Yunanistan’ın Adriyatik sahilindeki Parga kasabasındandır. Aslı İtalyandır. Hatta iktidarı zamanında Venedikle hep sulh siyasetini tercih etmesinin bu sebebe yakıştırılmıştır. Rum, Arnavut, hatta Hırvat olduğu da söylenir.
Padişahın sevdiği kulu
Bir beyin veya bir balıkçının oğlu iken, altı yaşında Maltalı korsanlar tarafından kaçırıldı. Bir sene ellerinde kaldıktan sonra Osmanlı denizcilerinin eline geçti. İzmir’e getirildi. Manisalı bir hanım tarafından satın alındı. Sonra orada dikkatini çektiği ve
yaşıtı olduğu sancakbeyi Şehzade Süleyman’a satılmıştır. Sultan II. Bayezid zamanında Bosna Vâlisi İskender Bey’in yaptığı bir akında esir düştüğü ve Şehzâde Süleyman’a hediye edildiği de söylenir.
Orta boylu, zayıf, kumral, beyaz çehreliydi. Ön dişleri hayvanî bir ihtirasa delâlet edecek kadar sivriydi. Güzel yüzlüydü. Zeki, kültürlü, zarif, güzel sesli ve musikişinastı. İtalyanca, Rumca ve Sırpçadan başka Arapça, Farsça bilirdi. Becerikli ve cerbezeliydi. Tahsil ve terbiyesiyle göz doldurdu. Şehzade Süleyman, bu çocuğu çok sevdi. Beraber büyüdüler. Ayakucunda yatar; abdest suyunu içecek kadar da bağlılık gösterirdi. Bu sebeple Makbul diye anıldı. Bu bağlılığın Osmanlı tarihinde bir benzeri yoktur. Öyle ki hasımları, bunu ikisi arasındaki nâmeşru bir münasebete bağlamaktan çekinmemiştir.
Şehzâde Süleyman, padişah olunca, İbrahim Ağa’yı en yakınındaki makam olan Hasodabaşılığa getirdi. Padişah, bir gün Sadrazam Piri Mehmed Paşa’ya, “Padişahın çok sevdiği bir kulu olsa; ona mühim bir makam vermek istese, neyi münasip görürsünüz?” diye sordu. Bu ince sualin manasını sezen Piri Paşa, “Sadrazamlık münasiptir” dedi ve mührü teslim etti. İbrahim Ağa, böylece 28 yaşında Sadrazam Makbul İbrahim Paşa oldu. Bir hasodabaşı, ancak sancakbeyi, beylerbeyi, vezir olduktan sonra ancak bu makamı hayal edebilecekken, bu tafra (atlama) herkesin dikkatini ve kıskançlığını çekti. İbrahim Paşa, her icraatında hakkıyla göz doldurdu. Her tuttuğu işte muvaffak oldu. Usta bir diplomattı. Ecnebi hükümdarlarla yakın dostluk kurmayı becerirdi. Tayinleri, adam tanıma kabiliyeti olduğunu gösterir. Tarihe meraklıydı. Sanatın ve sanatçıların hâmisiydi. Alenî hediye alır; ama gizli hediyeleri kabul etmezdi.
Türklüğe hakaret mi?
Kıskanç ve mağrurdu. Şehzade Mustafa’yı tuttu. Hürrem Sultan’ı karşısına aldı. Çok düşman edindi. Macaristan seferinden getirilip sarayının bahçesine attığı iki hayvan heykeli sebebiyle şair Figânî tarafından hicvedildi: Dü İbrahim âmed be-deyr-i cihan/Yeki büt-şiken şüd, yeki büt-nişan (İki İbrahim geldi dünyaya, biri put kıran idi, öteki diken). Dine hürmetsizliği, hatta gizli Hıristiyan olduğu dedikodusu bile çıkarıldı. Halbuki dinine bağlılığı, gece mushafı göğsüne bastırarak yattığı kaynaklarda geçer.
İbrahim Paşa, baş döndürücü ikbalini hazmedemedi. Padişahın iktidarına ortak olmaya kalkışmakla itham edildi. Avusturya elçisine söylediği şu sözler, aynı zamanda Osmanlı sadrazamının pozisyonunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir: “Bu muazzam devleti idare eden benim. Ben ne yaparsam, yapılıp bitmiş olur. Memuriyetleri ben veririm. Eyaletleri, malikâneleri ben dağıtırım. Verdiğim verilmiş; vermediğim verilmemiştir. Hatta padişah bile bir şey ihsan etmek ister yahud eder de ben tasvib etmeyecek olursam, onun ihsanı hükümsüz kalır. Çünki harb, sulh, servet, kuvvet ve kudret benim elimdedir!” Bu sözler doğrudur. Zira padişah saltanat sürer; ama hükümet etmez. İktidar sadrazamdadır. Padişah sadrazamın icraatından memnun değilse, azleder; yerine yenisini getirir; ama işlerine müdahale edemez.
1536 senesinde İbrahim Paşa’nın, vâlileri asil kimseler olan İranlılardan aşağı kalmaması için kendisine verilen ve o zamana kadar görülmedik “Serasker Sultan” veya “Padişahın Seraskeri” mânâsına “Serasker-i Sultan” unvanını kullandığı şark seferindeki bazı tedbirsizlikleri zayiata sebep oldu. Üstelik bundan, padişahın çok sevdiği Defterdar İskender Çelebi’yi mesul tuttu. Defterdarı idam ettirmesi, sonunu hazırladı. Memlekete zararlı olduğu hususunda padişahta kâfi bir kanaat hâsıl oldu. Devlet ve millet menfaati olduğunda, padişahların gözü kendi çocuklarını görmezdi.
İstanbul’a döndüğünde bir Ramazan gecesi saraya avdet edildi. Her zaman padişahla buluşup gece geç vakitlere kadar sohbet ederdi. Bu sebeple sarayda padişahın odasının yanında odası hazırdı. O gece de her şeyden habersiz odasına çekildi. Gece yarısı cellâtlar kendisini ziyaret ederek, ruhunu ebedi hayata gönderdi. Padişah, yan odada, nediminin boğuşma seslerine şahit oldu. Rivayete göre ağzından fışkıran kan, duvara sıçramış ve uzun zaman orada kalmıştır. Serveti hazineye alındı. Böylece Makbul iken 41 yaşında Maktul İbrahim Paşa diye anılmaya başlandı. Hayatını okumaya düşkün olduğu Julius Caesar ile aynı günde (15 Mart) öldürülmesi enteresandır. Nişancızâde tarihinde, paşanın katli anlatıldıktan sonra Kurb-i sultan âteş-i sûzân est (Sultana yakınlık, yakıcı ateştir) mısraı yazar.
İbrahim Paşa’nın kesilen Başı, Okmeydanı’nda Nasuh Paşa haziresinde; gövdesi Fındıklı Canfeda Tekkesi sahilindedir. Başında işaret olarak bir erguvan ağacı vardı. Galata, Mekke, Selânik, Razgrad, Kavala’da câmi, mektep, medrese, zâviye, hamam, imaret ve çeşme yaptırmış; Kahire Amr bin Âs Câmii’ni tamir ettirmiştir.
Hataları, kendisini ısrarla Pargalı! diye aşağılayan kavmiyetçi tarihçiler tarafından şişirilmiştir. Tarihte böyle anılmamıştır. Ölümü için komik bir sebep ileri sürülmüştür: Güya satranç oynarken padişaha “Bre Türk! Yanlış hamle yaptın!” demiş, Türklüğe hakaretten götürmüşler. Halbuki o asırda Türk, köylü manasına gelen bir tabirdir. Irkla alakası yoktur. Nitekim Fatih Kanunnamesi’nde “Felan suçu işleyen türk de, şehirli de olsa cezası şudur” diye yazar.
İbrahim Paşa, padişah damadı mıydı?
Herkes İbrahim Paşa’yı, padişahın Hadice adındaki kız kardeşinin kocası olarak bilir. Osmanlı tarih ve vesikalarında İbrahim Paşa’nın damatlığına dair en ufak bir işaret dahi yoktur. İlk defa XIX. asırda Avusturyalı tarihçi Hammer, İbrahim Paşa’nın, ismini vermediği sultanla evlendiğini yazmış; sonra gelenler de buna dayanarak Hadice Sultan ile evlendiğini iddia etmiştir. Muhtemelen İbrahim Paşa’nın 1524 senesinde padişahın da teşrif ettiği ve hemen herkesin ballandıra ballandıra anlattığı tantanalı düğününden dolayı böyle bir şey yakıştırılmıştır. Padişah, bir müddet evvel şehzadelerin sünnet düğününü kasdederek, “Senin düğünün mü yoksa benimki mi daha şâşaalı oldu?” diye sorduğunda; “Benim düğünüm. Zira cihan padişahı teşrif etti” cevabı meşhurdur. Halbuki gelin sultan olsaydı, padişahın teşrifi şaşırtıcı gelmezdi. Padişah, sultan düğününe zaten iştirak eder. Üstelik tarihlerde paşanın evlenmek için izin istediği yazıyor ki, damat olsaydı, evlilikleri irade ile olacağından izne hacet yoktur. Bu kadar teveccühün, ancak bir damada yapılabileceği düşünülmüş olmalıdır.
İbrahim Paşa, Muhsine adında saraylı bir hanımla evlidir. Bu hanım, Kumkapı’da cami yaptırmıştır. Çocuk yaşta ölen Mehmed adında bir oğulları olmuştur. Damatlar, sultandan başka bir kadınla evli kalamaz. Saray kayıtlarında padişahın üç kızkardeşi kayıtlı olduğu ve her biri vezirlerden olan kocaları bilindiği halde, Hadice Sultan’a dair bir kayıt yoktur. İstanbul câmilerini anlatan 1768 tarihli Hâdikatü’l-Cevâmi, Aksaray’daki bir câmiyi Sultan Selim’in, geride bir erkek ve iki kız çocuk bıraktığını söylediği kızı Hadice Sultan’a atfetmiştir. Muhtemelen Hammer, bu ifadeyi gerçek kabul etmiş; İbrahim Paşa’yı da bu hanımın kocası olarak münasip görmüştür. Böyle bir sultanın varlığını kabul edenlerden, İskender Çelebi’nin zevcesi olduğunu söyleyenler vardır. O devirde hanedan mensuplarının, hele kızlarının kaydı muntazam tutulmadığı için bunu tabiî görmek lâzımdır.
Ekrem Buğra Ekinci, Türkiye Gazetesi, 23 Ocak 2013