12 Eylül 1901 tarihinde Hariciye Nezareti’ne Rumca bir mektup gönderildi. Nezaretin Tercüme Odası’nda işlem gören bu mektuba bakılırsa, gönderen Sultan II. Abdülhamid dahil imparatorluk ricali aleyhinde bazı mühim sırlara sahipti.
Hayatını tehlikeye atmak istemediğinden, bu sırları gizli kalması şartıyla dönemin Hariciye Nazırı olan Ahmed Tevfik Paşa’ya (1845-1936) aktarmaya hazırdı.
*** *** ***
Yazan: Ahmet YÜKSEL; Cumhuriyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü; Yrd. Doç.Dr.
Sırlar, kıtalar, halklar, inançlar, gelenek ve töreler… Sultan ve saltanatı dışında idare, hukuk, eğitim, ordu, inanç, iktisat, yaşantı yahut diğer alanlarda tekillikten bahsetmenin zor olduğu yapısı münasebetiyle Osmanlı İmparatorluğu tarihin hemen her alanında çeşitli araştırmalara konu olmuştur, olmaktadır ve dahi olacaktır.
Bu gelişme ilerleyen zaman içinde konu çeşitliliği bakımından bir kıtlaşma veya tekrara düşme korkusunu beraberinde getiriyor. Bu beraberliğin kısa vadedeki uzantısı ise Osmanlı sahasında akademik anlamda yeni gezinmeye başlayan bir tarihçi için; elinde ve farkında olmadığı muhtemel, ama uzaktan yaşadığı mutlak olan kısa süreli bir ümitsizliğe kapılma şeklinde kendisini hissettiriyor.
Belki alanın bakirliğinden yola çıkarak yarım asır öncesinin tarihçileri kadar şanslı olmadığını düşünmekten kendisini alamıyor, onların çalışma disiplini ve şevkini takdir ve hayranlıkla yâd ederken…
Sözün kısası Osmanlı dünyasına yeni giriş yapanlar için çoğun, özgün bir araştırma gerçekleştirememe endişesine kapılmak ve onu bir müddet taşımak gibi bir durum ortaya çıkabiliyor. Oysa milyonlarca belgeyle bir ummanı andıran ve orada boğulmamak için bir tanesinin köşesinden tutmanın yeterliliğini her defasında ispatlayan Osmanlı Arşivi el değmemiş mensuplarıyla uzun veya kısa soluklu her türden araştırmayı tetiklemeye her an hazır bir vaziyette bekliyor.
Belki mübalağa payı vardır, ancak önceki türdeşlerinin sağladığı özgüvenin mutlak tesiriyle, Osmanlılara ait arşiv kayıtları arasında çok sıklıkla karşılaşılması mümkün olmayan şantaja ilişkin beş vesika bile bu şekilde düşünmeyi sağlayabiliyor. Böylesi iddialı bir girişin ardından şimdi mevzubahis vesikalar vasıtasıyla cevaplanmayı bekleyen şu üç soru var:
Şantajcı kimdi?
Ne amaçtaydı?
Başarılı olabildi mi?
İsmini o meşhur siyah zeytine veren ve Yunanistan’ın Akdeniz kıyısındaki liman kenti olan Kalamata’da yaşamını sürdüren Yani Kapoçi adındaki bir Rum ilk sorunun cevabıdır. Becerisinin yanında ve muhtemelen yaşadığı kentin sağladığı görsel zenginlik onu bir ressam yapmıştır.
İsminin önünde o unvanı taşır, ancak o sanat dalında maharetini tamamlamış değildir. Bunun için gidip Paris’te alması gereken bir resim kursu vardır, lakin parası yoktur. Ruhunda sanatkârlık olan insan bedenine işkence etmez. Kapoçi de o düşünceyi desteklediğini gösteriyor. Peki, ihtiyaç duyduğu parayı bünyesine ve zihnine haksızlık etmeden kazanabilmesinin bir yolu var mı? Galiba ikinci sorunun cevap yolu adımlanmaya başladı.
Kapoçi, 12 Eylül 1901 tarihinde Hariciye Nezareti’ne Rumca bir mektup göndermişti. Nezaretin Tercüme Odası’nda işlem gören bu mektubuna bakılırsa, kendisi II. Abdülhamid de aralarında olmak üzere, imparatorluk ricali hakkında ve tesadüf eseri bazı sırlar öğrenmişti. Hayatını tehlikeye atmak istemediğinden gizli tutulmasını şart koşarak onları dönemin Hariciye Nazırı olan Ahmed Tevfik Paşa’ya (1845-1936) aktarmaya hazırdı. Bunun için doğrudan doğruya iletişim kurabileceği bir memurun görevlendirilmesini talep ediyordu. O memurun Yunanistan’da görevli Osmanlılardan olmamasını, İstanbul’dan ve nazırın güvenini kazanmış kimseler arasından seçilmesini özellikle istirham etmişti.
Bahsettiği hizmeti hayata geçirmesi yönünde Ahmed Tevfik Paşa’dan onay alırsa hemen Paris’e gidecek ve “ressamlık maharetini” tamamlayacaktı. Bunların gerçekleşmesi ise güvenilir bir şahıs vasıtasıyla ve yardım tarzında kendisine 150 lira gönderilmesine bağlıydı.
Kapoçi, bundan dolayı asla pişman olmayacağı konusunda Ahmed Tevfik Paşa’yı temin ediyordu. Son olarak, Paris’e gidebilmesi için o paraya şiddetle ihtiyaç duyduğundan, bunun için kendisine zamanında verilecek bir cevabın geleceği günü beklemeye başladığından bahsediyor ve ekliyordu:
“Zaten bana bir lütuf olarak gönderilecek 150 liradan fazla değeri olan naçiz bir hediyeyi takdim etmek için 2-3 ay sonra İstanbul’a geleceğim…” 12-Eylül 1901. (BOA, Y.MTV, 227/39) |
Anlaşılan o ki Kapoçi; gizlilik, memur tercihi veya hediye takdimi gibi taktiklere başvurarak muhataplarını iddiasına inandırmaya çalışmaktadır. Tam da bu noktada üçüncü soruya cevap hakkı doğuyor. Hakikaten Kapoçi ve iddiası halen bir imparatorluğun temsilcileri olan Osmanlı bürokratlarınca ciddiye alınmış, kendisine istediği para gönderilmiş midir?
İlk tahlilde birinci sorunun cevabı olumludur. Çünkü Hariciye Nezareti tarafından yaklaşık bir ay sonra, 8 Ekim 1901 tarihinde Kapoçi’nin hüviyet ve maksadının araştırılması yönünde kaleme alınan bir emir Atina’daki Osmanlı elçiliğine gönderilmiştir.
Bunun üzerine elçilik de mahallince bir tahkikat yaptırmıştır. Edinilen bilgilerse 18 Ocak 1902 tarihinde emrin geldiği nezarete takdim edilmiştir. Bu tahkikat evrakında kaydedildiği üzere, Kapoçi sıradan bir ressamdır ve sözüne itimat edilir kimselerden değildir. Çünkü kendisine emelinin ve ifşa edeceği sırrın ne olduğu hakkında yöneltilen soruya 150 lirayı almadan bir kelime etmeyeceği şeklinde bir cevap vermiştir.
Tahkikat evrakında ayrıca Kalamata’nın hiçbir memleketle, hatta hem civarı bulunan Osmanlı ülkesiyle de sınırdaşlığı olmayan küçük bir belde oluşundan bahsedilmiştir.
Bu coğrafî bilginin paylaşılmasına neden ihtiyaç duyulduğundan bahsedilmemiştir, ancak Kapoçi’nin dış dünya ile etkileşiminin çok sınırlı olduğuna, o nedenle iddia ettiği türden bir bilgiye öyle her zaman ve gelişigüzel tesadüf edebilmesinin güçlüğüne işaret edilmek istenmiş olunmalıdır. Bu bilgiler ışığında ve bilhassa güvenilmez bir adam olduğuna nazaran Atina elçisi onun maksadının hileyle “para kapmaktan” başka bir şey olmadığı neticesine varmıştır. (18 Ocak 1902. BOA, Y.PRK.AZJ, 55/18;)
Kapoçi, Atina’dan gelen bu açıklamayla birlikte imparatorluğun gündeminden düşmek üzereyken, Hariciye Nazırı Ahmed Tevfik Paşa’ya hitaben kaleme aldığı bir diğer mektubunu daha hedefine ulaştırmayı başarmıştır. O gün veya şu an herkesin zihninde belirmesi gayet normal olan “neden ikinci bir mektubu yazma lüzumu hissetmiştir?” sorusunu ise hemen cevaplıyordu: Gerçek niyetinin ne olduğunu anlatmak, ayrıca muhatabını samimiyet ve dürüstlüğüne inandırmak… Bu açıklamayla başlayan mektubun devamı ise şöyleydi:
“…Daha önce de arz eylediğim şekilde, Padişah aleyhine ve aleyhinize bir fesat tertip edildiğini haber aldım. Bu vesileden istifade ederek, bir takım fesatçıya değil, ancak Padişah ile Osmanlı Devleti’ne hizmet etmek istiyorum. Bu hizmeti gerçekleştirmeyi başarmak suretiyle uygun bir istikbal temin etmek niyetindeyim. Padişahın ülkesinde önemli hizmetlerde bulunacağım noktasında hiçbir şüphe taşımıyorum.
İmparator Üçüncü Napolyon’a ilişkin bir tarih kitabında okumuştum. Aşağı tabakaya mensup halktan olan bir İtalyan imparatora güzel hizmetlerde bulunmuş olduğundan Napolyon onu yanından hiç ayırmamıştır. İşte bendenizde o İtalyalıyı taklit etmek istedim. Size maruzatımı takdim etmekteki aciz maksadım budur. Yoksa 150 lira kazanmak falan değildir. Zaten o miktarda bir parayı herhangi bir tehlikeye bulaşmadan ve sadece kendi sanatımı icra ederek 5-6 ay zarfında kazanabilirim.
Bu hususu dikkate alarak talep ettiğim paranın zaman kaybedilmeksizin gönderilmesine onay vermenizi ısrarla yineler ve bundan pişmanlık duymayacağınızı aynı şekilde temin ederim. Zaten tereddüde sebep olacak kadar büyük bir meblağ değildir. Benim anlatacaklarım belki sadece bir ağacın dalı budağıdır. Unutmayınız ki ağaç budanırsa dalların yerine yenileri çıkar, hâlbuki ağaç kesilirse dallar budaklar da kurur.
Bu münasebetle bir kez daha tekrar edeyim, parayı gönderiniz ve tanınmış birisi değilim diyerek herhangi bir tereddüde düşmeyiniz. Düşününüz ki bir fare, bağlarını dişleriyle kemirerek kurtardığı aslana lütufta bulunabiliyor. Dolayısıyla, buradan küçüklerin de büyük hizmetler gerçekleştirebilecekleri neticesi çıkıyor.” (BOA, Y.PRK.AZJ, 55/18) |
Kapoçi’nin ikinci mektubunda yazdıkları en sade haliyle bu şekildeydi. Aktaracağını iddia ettiği bilginin, ayrıca kendisinin varlığının Osmanlılar açısından ne kadar önemli ve gerekli olduğunu ağaç-dal ve aslan-fare gibi, imparatorluğun resmî kayıtları arasında sıklıkla tesadüf etmenin güç olduğu kelime yahut örneklemeler üzerinden hissettirmeye çalışmıştı. Lakin yapmaya çalıştığının desteksiz bir şantajdan ibaret bulunduğunu farkında olmadan sezdiriyordu.
Mesela, ressamlıkta kendisini geliştirmek amacıyla gerçekleştirmeyi düşündüğü Paris seyahatinin giderlerini karşılamak için şiddetle paraya ihtiyaç duyduğu besbelliydi. Son bir çare ve hamle olarak masraflarını Osmanlı imparatorluk hazinesinden karşılayabileceğini düşünmüştü.
Zaten o coğrafya ve zaman dilimi, bir suikast yaygarası kopararak imparatorluk gündemine oturma noktasında onun azmettiricisi olmaya oldukça elverişliydi. Tabi bunlar Kapoçi ve etrafında gelişen olaylara ilişkin resmin Kalamata’dan görünüşü ve yorumlanmasıdır. Peki, İstanbul’dan bakınca resim nasıl gözükmektedir?
Hariciye Nazırı Ahmed Tevfik Paşa’nın tavrına bakılırsa, Kapoçi ve iddiası hala ciddiye alınmaktadır. Çünkü 22 Şubat 1902 tarihli bir emirle yine Atina elçiliğinden onunla ilgili bir araştırma yürütülmesini ve neticesinde elde edilecek bilgilerin İstanbul’a aktarılmasını istemiştir. Ancak Atina elçisi, 7 Mart 1902 tarihinde cevap olarak takdim ettiği yazısında Kapoçi’nin pek ciddiye alınacak bir tarafının bulunmadığını oldukça yerinde tespitleriyle bir kez daha ortaya koymuştur:
“İddiasını ortaya atalı 5-6 ay geçmiş olmasına rağmen, henüz Kapoçi’nin bildiğini iddia ettiği musibetler -her ne ise Allaha hamdolsun ki- hiçbirisi meydana gelmemiştir. Mademki ifşa edeceği sırlar o denli bir öneme sahiptir, o halde kendisi neden bu önemliliği hissettirmek emeline düşmeyerek yapılan davete rağbet etmemiş ve konu hakkında bir nebze de olsa bilgi verme lüzumu hissetmemiştir?
Çizdiği bu görüntüden ve kendisinin adeta serseri grubuna mensup olanlardan bulunmasından hareketle bildiğini iddia ettiği sırrın kıymetli olmadığı ve maksadının para kapmak olduğu anlaşılıyor. Eğer bu mütalaam ve önceki tahkikatım takdir edilmezse talep ettiği parayı ödeyerek ondan gizli olduğunu iddia ettiği bilginin alınması Padişahın emir ve görüşüne bağlıdır.” (7 Mart 1902; BOA, Y.MTV, 227/39) |
Elçinin biraz sitemkâr ve cüretkârca kaleme aldığı bu yazı aynı zamanda Kapoçi’nin hikâyesinin de sonu anlamına geliyordu. Çünkü onu ve iddiasını şimdiye kadar ciddiye alan Ahmed Tevfik Paşa da o tavrından uzaklaşmıştır. Bunu, durumu II. Abdülhamid’e arz ettiği ve çalışmanın da özeti mahiyetindeki 18 Mart 1902 tarihli şu yazısından anlamak mümkündür:
“Bazı imparatorluk ricaline ilişkin olarak ve tesadüf eseri öğrendiği sırları bildirmek arzunda bulunduğundan bahisle, doğrudan doğruya iletişim kurabileceği birisinin görevlendirilmesine ve kendisine 150 lira gönderilmesine dair nezaretimize daha evvel Ressam Kapoçi imzasıyla iki Rumca mektup ulaşmıştı. Bunun üzerine onun hüviyet ve maksadının gizlice araştırılması Atina Elçiliği’nden istendi.
Elçi Beyefendi cevap olarak kaleme aldığı yazılarında, yürütülen tahkikat neticesinde Kapoçi’nin sözüne itimat edilmez sıradan bir ressam olduğunun, bu münasebetle maksadının sadece hileyle para koparmaktan ibaret bulunduğunun gün yüzüne çıkarıldığını bildirmiştir.” (18 Mart 1902; BOA, Y.MTV, 227/39) |
Görüldüğü üzere Ahmed Tevfik Paşa, Atina Elçisi’nin “tahkikat ve mütalaalarım ciddiye alınmıyorsa parayı ödeyip bilgiyi alınız” şeklindeki söylemine takdim yazısında yer vermeyerek adeta Kapoçi’nin imparatorluk gündeminden düşüşünü ve dolayısıyla başarısızlığını tasdik etmiştir.
Ahmet YÜKSEL
Cumhuriyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Yrd. Doç.Dr.