Türk kültür hayatının tedkike şayan isimlerden bir tanesi de hiç şüphesiz Ziya Gökalp’tır. Gerek sosyoloji ilmine getirmek istedikleri ve gerekse de sahip olduğu değerler bazında çok fazla eleştiri oklarına maruz kalmıştır. Bu durumun birçok sebebi vardır. Bir tanesi de, Türkiye’de çağdaş sosyoloji ilminin kurucularından olan Gökalp’ın “Türkçülük” mevhumunu olduğundan çok daha farklı bir zemine oturtma çabası ve bunda orta yolu bulamamasıdır.
Biz bu yazımızda onun Türk ictimaî hayatına getirmeye çalışmakta olduklarını değil, fakat daha farklı bir yönü olan, İttihad ve Terakki cemiyeti için hazırladığı ve aslında tozlu raflar arasında kaybolmuş propagandist bir şiirini gün ışığına çıkaracağız…
Bilindiği üzere Ziya Gökalp, Türkiye’nin en buhranlı zamanlarından biri olan 1876 senesinde dünyaya gözlerini açtı. Diyarbakırlı olan şair, ilk tahsilini burada tamamladıktan sonra İstanbul’a geldi Mülkiye’ye girdi. Fakat bu ateşli dönemlerinde adı, Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirmek için yeni yeni teşekkül eden gizli cemiyetlere karıştı. Tutuklandı ve tekrar memleketine gönderildi. Diyarbakır’da İttihad ve Terakki’nin bir şubesini açarak faaliyetlerine devam etti.
Amcasının kızı ile evlenerek yeni bir hayat kurdu; fakat onun için bu yeni hayattan ziyade “yeni bir rejim” çok daha önemliydi. Gece gündüz İttihad ve Terakki cemiyeti için çalışarak yeni yeni oluşumlara ön ayak oldu. Bir önceki yazımızda kendisinden, cemiyetin “fikir babası” olarak bahsetmemizin bir sebebi de budur.
Ne var ki bir türlü düaliteden kurtulamadı. Geçirdiği buhranlar öyle bir seviyeye geldi ki, artık nihayet intiharın eşiğine sürüklendi. O, ölümü bir çare olarak düşündü. Kafasına bir kurşun sıktı; ölmedi. Ölene kadar da bu alamet başında bir iz olarak kaldı.
Yazdığı “Türkçülüğün Esasları” isimli avangard kitabında Türkçülüğü kendi zaviyesinden açıkladı. Eser çok ses getirdi. Fakat sosyolojik yaklaşımdan ziyade stratejik taraf ön plana çıktı. Kaleme aldığı bu manifest kitabından başka kendisi şiirle de ilgilendi. Şiirlerinde sade bir dile yöneldi ve bunun için teşviklerde de bulundu.
İstanbul konuşması
En sâf, en ince bize
dedi ve gerçekten de Türkçe’mizin güzelliğinden dem vururken, öte yandan
Arapçaya meyletme,
İran’a da hiç gitme;
Tecvîdi halktan öğren,
Fasîhlerden işitme
mısralarını da yazarak açıklanması ancak kesin ve keskin çizgilerle sınırlandırılabilecek dar ve koyu bir milliyetçilik bakış açısını dile getirdi.
Ziya Gökalp’ın basit tarzda yazılmış bu şiirleri dışında bir de sahip olduğu dava uğrunda kaleme aldığı ve yukarıda da bahsettiğimiz üzere handiyse unutulmuş bir manzumesi daha vardır. Bu bir marştır ve o dönemdeki “Hürriyet” anlayışını devrin padişahı Sultan Hamid’e karşı, -onun kaldığı Yıldız Sarayı’na ateş açacak derecede- kin dolu sözlerle işte şu şekilde dile getirmektedir:
Yaklaştı Yıldız’ın inkiraz günü
Bozuldu yaldızı, çıktı düzgünü
Siyaset mahkumu jurnal sürgünü
Görmeğe gelecek şanlı düğünü
Toplanın kardeşler bayrak açalım
Yıldız’ın üstüne ateş saçalım!
Bir millet efradı hep me’yus oldu
Ya mahbus, ya menfi, ya casus oldu
Padişah millete bir kâbus oldu
Vücudu vatana pek menhus oldu
Toplanın kardeşler bayrak açalım
Yıldızın üstüne ateş saçalım!
Kelimeler:
İnkiraz: yok olma
Düzgün: Eski Türkçe’de kadınların yaptıkları bir çeşit makyaj
Me’yus: üzgün
Menhus: uğursuz